AA68 | Karıncanın da Elini Sıkmak Gerekir
İnsan bir yapsa, yaptığını fark eden on bakış arıyor, bulduğu anda da artık yapmaktan vazgeçiyor, seyirlik oluyor.
Biraz Sohbet:
Sevgili Aklımın Akışı okuyucuları,
Bu hafta bir farklılık (ve bir miktar da tembellik) yapıp, burayı çok sevdiğim bir yazar olan Şule Gürbüz’e bırakacağım. Bu onu hem sevdiğimden, hem de bu hafta aklımın akışını son güne bıraktığımdan.
Ancak yazı bittiğinde tahmin ediyorum ki, “iyi ki de bu hafta Şule Gürbüz seslenmiş bize buradan” diyeceksiniz.
Kendisini tanıyorsanız, yazdıklarını tekrar hatırlayıp çok mutlu olacaksınız (veya kederleneceksiniz). Tanımıyorsanız, sizi harika bir yazarla tanıştırdığım için beni daha çok seveceksiniz. Her türlü kazan-kazan durumu yani :)
Buyrun, uzatmayayım, sözü Şule Gürbüz’e bırakayım.
Şöyle diyor Şule Gürbüz:
“Karıncanın da elini sıkmak, tespih böceğinin de yuvarlanışına hayret etmek gerekir. Çünkü ölmeleri ve ezilmeleri an meselesi, ama hayatlarını müthiş bir gayretin içinde yaşıyorlar. Açtıkları tüneller, dehlizler, girdikleri çıktıkları yerler ve sürekli taşıdıkları, onları milyonlarcasından başkası yapmıyor.
O milyonlarcadan biri olabilmek için bunları yapıyorlar ve kendilerini bir şeyler yapmışlar gibi de hissetmiyorlar.
İnsan kendini değerlendirmede karınca gibi sade, memnun ve yolunda değil.
Yani insan oluşa razı değil.
Bir yapsa, yaptığını fark eden on bakış arıyor, bulduğu anda da artık yapmaktan vazgeçiyor, seyirlik oluyor.
Kendinden razı olmak, kendine rıza göstermek, olanı beğenmek, sofrasını beğenmek, kendi içini açıp da şöyle bir “fena da değil” demek çok da kolay bir şey değil.
Ben kendimi ömrüm boyu, neden bilemem, sebeplerini bilemem, bir kusur timsali olarak gördüm. Bir kusur sürahisi idim de ne akıtsam öyle akıtır, kusurlu akıtırdım.
Hep eksik ve kırıktım da tamamlanamazdım.
Hep yarım ve yanlış anlamadaydım da doğrulamazdım.
Hep bir ayıp gizlemek zorundaydım da bu ayıp zaten bendim, bundan kurtulamazdım.
Dertli olduğumu ve deva bulmaz olduğumu elbet biliyordum ama kusur bilmezliğin de bir sıhhat olduğunu zannedecek kadar hasta değildim.
Hasta idim de kusursuzluk sıhhat ise ben ancak nezle idim. Nezlemle herkesi öpesim vardı da yine de iğreniyordum.
Şöyle bir bakıyorum da, benim ömrüm kendimi hırpalamakla geçmiş. O yüzden başka kimseye de bir şey kalmamış. Başka birinde beni azarlayacak bir mesafe de bırakmamışım.
Yıllar yılı, kendimde bir tuhaflık algılar gibi oldum ama üzerinde durmadım. Dursam, Allah korusun bir dursam, dünyada duracak başka ne bir yol ne bir durak ne bir şey bulurdum.
O yüzden kendi üzerimde pek durmadım.
Kendi üzerinde duran, bu ağırlıkla kendi üzerine yıkılandan başkası olamaz. Kendine yıkılan da böylelikle başkasına yıkılamaz. Biraz marazi, biraz zararsız, şairin dediği gibi “Ayakkabı çivisi gibi kendine batan,” olur ki, dünya kendine değil başkasına batanı, kendine değil başkasına yıkılanı, kendini değil başkasını suçlayanı sevdiği, istediği ve kabul ettiğinden onu hemen defoluların arasına ayırıverir.
Ama sorsanız kitaplarında, gerek gökten inenlerinde, gerek yerden bitenlerin iyicelerinde böyle değilmiş gibi yapar söyler, bunu yaymak için peygamberler ve peygamber mizaçlılar ortaya çıkarır.
Sonunda onları da ya çarmıha gerer, ya perişan eder.
Dünya kendi hakikatleri hakkında tamamen yalancı ve ikiyüzlüdür. Dünya bir ahlaksıza namuslu ve saffet sahibi muamelesi yapan adamın perişanlığını ve zilletini, ona yüksek ve kutsal muamelesi yapanı perişan ederek yaşatır.
Bir gece vakti karşı karşıya kitaplarıyla, hikmeti ile gözünüzde yaş, kalbinizde sıkıştıran ilhami bir duygu ile otururken her şeye inandıran dünya, sabah olunca göz kırparak rezili ve zelili sizi aşağılamakta kullanır.
Bazı şeyler düşünerek değil, üzülerek öğreniliyor. Ama öğrenilenden ve ne şekilde öğrenildiğinden asla bahsedilmiyor.”
Ne güzel yazmış değil mi.
Şule Gürbüz ile mutlaka tanışın.
Kitap tavsiyesi olarak da yine ondan gidelim madem.
Biraz Kitap:
Kambur - Şule Gürbüz
Şule Gürbüz’ün çok kitabı var, ancak aralarında mutlaka okuyun dediğim iki kitabı mevcut. Birincisi Kambur, ikincisi Coşkuyla Ölmek.
İki kitap arasında tam 20 yıl var. Şaka gibi ama, öyle.
Ben olsam Kambur’u önce, Coşkuyla Ölmek’i sonra okurum.
Kitapların detaylarına girmeyeyim, okuyun diyerek kapatayım. Bir de Kambur’dan alıntı bırakayım size, ki, inanılmaz sevdiğim bir cümledir:
Yaşamdaki en büyük başarı, seçip ayıklayıp pek az şey bırakmaktır. Asıl önemli olan, asıl başarı sayılabilecek olan, sevip yaptıklarınız değil, belirli bir bilinçle kaldırıp attıklarınız, sizi meşgul etmesine izin vermediklerinizdir.
Biraz Film:
Adsız Aşıklar
Yine bir film değil, bir dizi paylaşacağım: Adsız Aşıklar
İsminden dolayı aşırı klişe aşk hikayesi/romantik komedi sanmıştım ilk etapta ama, beni şaşırttı bu dizi. İlk bir iki bölümden sonra iyice açılıyor ve akşamları çerezlik ama keyifle tüketilen bir diziye dönüşüyor.
Öneriyorum.
Biraz Müzik:
Bazen - Harun Tekin
Özkan abiyi çok özledik.
Onun anısına, Harun Tekin’in, bestesi Özkan Uğur’a ait olan MFÖ şarkısı “Bazen”i yorumladığı aşağıdaki videoyu paylaşayım.
Güneş doğar, güneş batar, ama insan uyumaz bazen, düşünür.
Geceler kısa, çabuk geçer, ama insan uyumaz bazen, düşünür.
Deniz masmavidir ne güzel ama insanlar görmez bazen.
Şiirler, şarkılar, masallar, ama insanlar duymaz bazen.
Üzme kendini, ümitsiz gibi. Sevenin var bak ne güzel.
Evet, dostlar, bu haftalık benden bu kadar.
Tüm destekleriniz için teşekkür ederim.
Her zamanki gibi, sizden iki şey isteyeceğim.
Bu bülteni bugün, şimdi, en az 3 farklı arkadaşınıza, aile üyenize, iş arkadaşınıza mail yoluyla iletebilir misiniz? Hem onlar yararlanır, hem de ben yeni aboneler kazanırım.
Yorumlarınız beni mutlu ediyor, üşenmezseniz fikirlerinizi aşağıdaki butona basarak benimle paylaşabilir misiniz?
Bu dünya, suçlayanı ve başkasına yükleneni daha kolay kabul eder. Oysa kendini sorgulayan insanın kendi ağırlığıyla ezildiği ve başkasına zarar vermeyeceği bilinmez.
Şule Gürbüz okuma listesine girmiştir😉
Çağdaş Türk edebiyatında hali hazırda Ş. Gürbüz gibisi yok muhtemelen. 'Coşkuyla Ölmek' bence Tükçe'de yazılmış en büyük eserlerden biri. Böylesine mahir bir kalemin ülkenin ve halkın gidişatıyla alakalı en ufak bir gönderme bile yapmaması, kendi konfor alanı olan 'bireysel melankoli-yalnızlık-hayıflanma' hikayelemesinden hiç vazgeçmemesi beni açıkçası çok üzüyor ve biraz da öfkelendiriyor. Yazar olarak bize böyle bir borcu yok, onu da biliyorum, lakin gene de...